25 Kasım 2009 Çarşamba

Overkill - Ironbound (2010)

We don't care what you say?

Bir grup ki, şu yazıyı yazan ibişin thrash metal dünyasının en iyi 5 albümü sıralamasına elini kolunu sallaya sallaya girecek bir albüme (Horrorscope) imza atmış olsun. Bir grup ki 94'ten bu yana iyi bir albüm çıkarmamış olmasına rağmen "Overkill'i üzeni biz de üzeriz ulan !" dediğimiz...

2009'u büyük thrash gruplarının çok tartışılan albümleriyle kapatmaya hazırlanırken adeta bir son dakika golü hissiyatıyla Overkill'in 2010'da çıkaracağı albümü dinleme şansı bulduk çoğumuz. Malumunuz thrasçiler köyü sakinleri olarak kafamız çok karıştı bu sene... Megadeth'le heyecanlandık, ancak takip eden günlerde albümü dinledikçe sıkıldık; Slayer'la farklı duygu patlamaları yaşadık ama bir türlü istediğimizi tam olarak elde edemedik. Velhasıl 2009'un en iyi thrash albümü benim nazarımda açık ara farkla Hordes of Chaos oldu.

Old school bir Overkill fanı olaran bana göre, grup son "iyi thrash" albümün 1994 yılında W.F.O ile çıkarmış bundan sonra da yavaş yavaş niteliği düşük, bol groove soslu Amerikan metaline kaymaya başlamıştır. Hatta Immortalis albümünde yer alan Skull and Bones'da Lamb Of God vokali Randall Blythe isimli cücüğü konuk ederek "olmasaymış dedirtenler" adlı tarih sayfasında yerlerini almışlardır.

İlerleyen yaşlarına rağmen, iyi ya da kötü, sert müzik yapan abilerimiz sonunda özlettikleri bir albümle geri döndüler. Albümün en dikkat çeken yanı thrash metal olması (?) ve fanları grup tarihinin sevilen 94 öncesi albümlerine döndürürken o albümlerden arak yapmış duygusu uyandırmaması. Tüm bu hissiyatla birlikte albümün bende uyandırdığı diğer bir his de ; 3 büyükleri art arda yenerek şampiyon olan Trabzonspor'un yaşattığı hissiyatla birebir örtüşüyor. Slayer, Megadeth ve hatta Exodus gibi grupların son albümlerinde beklediğini bulamamış bir dinleyiciyi ters köşeye yatıran, ağzını burnunu yamultan bir albüm bu...


Albümü dinlemeye başladığımızda ilk göze çarpan hadise şarkı sürelerinin uzunluğu oluyor. Fakat daha açılış şarkısı The Green And Black'ten anlıyoruz ki şarkılar ne kadar uzun olursa olsun sıkılmayacağız. Keza bu ilk şarkı 8 küsür dakika sürmesine rağmen sürekli değişen riffleriyle mükemmel vokal ve sololarıyla her saniyesinde "hele hele" dedirtiyor. Bu noktada büyük rol sanıyorum Bobby “Blitz” Ellsworth'e ait. Her şarkıda kesinlikle mükemmel vokaller yazmış. Her şarkının nakaratı akılda kalıcı ve mutlaka şarkıyı karakterize eden bir vokal bölümü bulunuyor. 2. şarkı Ironbound'un bir bölümünde de Necroshine'ın en groove kısmındaki vokal melodisini aynen tekrarlamış olması da inceden gülümsetiyor. Kendisini Get Thrashed dvd'sinde ki yaşlı gülüşüyle (...hhhhhhhssshhhs...) hatırlıyor ve halen şu vokalleri yapabiliyor olmasına şaşırıyorum. Ayrıca şu sıralar içinde bulunduğumuz brutaller cenneti içinde de bu kadar nitelikli bir thrash vokalini dinlemek büyük bir zevk.

Yaşlı gülüşü için :


Yine albümle ilgili dikkat çeken önemli bir özellik; gitarlar. Kesinlikle old school, speed ve yaratıcı rifflere imza atılmış. Bununla birlikte grubun groove metal dönemlerinde rastlayamayacağınız mükemmel sololar yer alıyor. Hatta soloların süreleri oldukça uzun. Tıpkı vokallerde olduğu gibi gitarlarda da şarkıyı karakterize edebilecek catchy fakat groovelikten baymayan riffler kullanılmış. Ironbound şarkısı bunun en büyük örneği. Özellikle şarkının sololarında çift gitarla çalınan bölümler şarkıyı oldukça melodik kılmış. Bu durumlar içinse Dave Linsk'in elini öpmemiz gerekiyor.

Aşağı yukarı her Overkill albümünde olduğu gibi D.D. babanın bassları kafamıza çekiç gibi iniyor her şarkıda. Yer yer bass soloları ve bass introlarına yer verilmiş olması da herzaman ki Overkill kıyakları arasında yerini alıyor yine.

Sanırım albümle ilgili tek olumsuz yan davul tonları. Albümün genel soundının modernize edilmiş olması çok fazla can sıkmasa da davulların yer yer japon çekirdeği çıtlaması şeklinde ses çıkarması ve çok mekanize bir tona sahip olması (ah trigger) rahatsız edici olabiliyor. Ancak bunu şimdilerde birçok grupta duyduğumuz için istemeden de olsa alışmaya başlıyoruz sanırım.

Albüm 2000'lerin Overkill'inden çok şey taşıyor olsa da dinleyiciyi eskiye götürmeyi başarıyor. İçerisinde boş şarkı olmasa da şu sıralar fazladan dikkatimi cezbeden şarkılar; tam ortasında değişiveren The Green And Black, herşeyiyle mükemmel olan Ironbound, hafif groove başlayan fakat mükemmel nakaratıyla yüzünü safkan thrashe çeviren Give a Little ve akrostiş metalin en güzel örneklerinden Evil Never Dies'a göz kırpan introsuyla tam bir thrash şaheseri Killing For A Living. Ancak dediğim gibi albümde herhangi bir şarkıda sıkılmanız pek mümkün gözükmüyor.



Ironbound şimdiden 2010'un en iyileri arasına girdi bile. Önümüz bayram; Metallica, Megadeth, Slayer ve Exodus elemanlarının toplanıp yavaştan Blitz ve arkadaşlarının elini öpmeye gitmesini bekliyoruz.

8.5/10

28 Ağustos 2009 Cuma

Evile Şaşırtmadı


Bir önceki albümleri Enter The Grave ile umut vaadeden ancak çok da birşey veremeyen İngiliz thrash grubu 2009 çıkışlı Infected Nations ile de hiçbir gelişme kaydedemedi nazarımda.

Grubun oldukça beğenilmesi ve övülmesinden kaynaklı olarak üzerlerine yapışan "thrash metali yaşatacak bu gençler" etiketi fazla gazlamamış olacak ki yine; orta tempo, sıkıcı ve herhangi bir thrash grubunda duyabileceğiniz rifflerin tamamını içinde barındıran "yenilikçi" bir albüm koymuşlar ortaya.

Güzel, billur sesli vokalist, iyi enstrumanistler ve fakat "sıfır" kompozisyon yazma yeteneği... Abicim aklınıza ilk gelen riffi şarkı mı yapıyorsunuz? şeklinde soruların dimağımda uyanmasına sebebiyet verdi.

İlk albümü; "hmm bu riff şurdan, şu kısım da şu gruba benziyor" demekten dinleyememiştim resmen. Bu sefer de aynı ayarda bir çalışma çıkınca ortaya sinire kestim.

Grubu ister istemez çağdaşı ve türdaşı Warbringer ile kıyaslıyorum. Warbringer'ın ilk albümü Evile'in ilk albümünün yanına dahi yaklaşamayacak seviyede berbattı. Yalnız Warbringer %100'lük bir sıçramayla Waking Into Nightmares gibi bir albüm yaptı ve resmen "OHA!!" diye böğürttü beni(Bunda biraz Gary Holt'un da payı var sanırım). Tabii ki WB.'nin de gelişmeye ve ilerlemeye ihtiyacı var ama daha ikinci albümde az kalsın bir klasik çıkarıyorlardı ortaya...

Evile ise niye gıcığım bilemiyorum ama ilk albümden beri öyle bi durum var bende. Zenciden kaynaklanıyor olabilir bak... jamal...

12 Ocak 2009 Pazartesi

Rang De Basanti(2006)


Hindistan sinemasının önemli isimlerinden ve Hindistan gençliğinin starlarından biri olan Aamir Khan'ın başrolde olduğu, Rakesh Omprakash Mehra'nın yönettiği devrim temennisi niteliğinde bir film.

Kurgusal açıdan oldukça üst düzeyde olan film genç bir ingiliz yayıncının Hindistan'ın ünlü beş devrimcisinin belgeselini çekme isteğiyle Hindistan'a gitmesiyle başlar. En apolitiğinden 5 gençle tanışır, arkadaş olur ve belgeseli çekmeye başlarlar.

Burdan Sonra Spoiler İçerebilir

Film kurgusal açıdan, karakterlerin problemlerini tek tek ele almasıyla ve özellikle çif zamanlı olmasıyla oldukça sürükleyici ve yoğun bir hal alıyor. Oyunculuğun ve müziklerin de oldukça iyi olması 2 saat 50 dakikalık filmi rahatlıkla, hiç sıkılmadan izlememizi sağlıyor. Yalnız Hint klasiği dans sahneleri olmasaydı film yarım saat kadar kısalırdı.

Filmin en beğendiğim özelliği Hindistan'ın ilk komünistlerini tanıtması. Genç yayıncı Sue (Alice Patten) bu 5 devrimcinin belgeselini çekmek için şirketinden bütçe talebinde bulunduğunda; "Gandhi'yi çekersen para veririz, Gandhi her zaman tutar, hatta Che bile olur" gibi yanıtlar alıyor ki burada sol geleneklerin veya karşı duruşların popüler bir tavırla nasıl işlendiğine yönelik bir eleştiri olması memnun edici.

Ayrıca filmde Hindistan gençliğinin nasıl depolitize olduğuna, nasıl politize olabileceğine ve müslüman - hindu; Hindistan - Pakistan sorunlarına da değiniliyor. Bazı sorulara da "kendi çapında" denebilecek şekilde cevaplar veriliyor. Kendi çapında diyorum çünkü filmin başında Lenin'in isminin referans verilmesine karşın, bir devrimin hangi yollarla yapılabileceğine ya da gerekliliğinin hangi düzeyde olduğuna dair verilen cevaplar beni hiç tatmin etmedi açıkçası.

Film de anlatılan beş devrimci gencin Gandhi döneminde mücadele vermesi, o dönemde sadece "pasif direniş" olgusunun yer almadığını aksine gayet militarist ve şiddetli bir şekilde mücadele veren insanların olduğunu görmemiz filmin bir diğer artısı. Ancak bu dönemi izlerken olayları Türkiye ile karşılaştırmadan edemiyorsunuz. Keza gayet "vatansever", "ulusalcı" bir solun varlığı (elbetteki İngiltere'nin emperyalizmine karşı verdikleri mücadele bunun başlıca sebebi) ve mücadele yöntemleri bizde yaşanılanlarla oldukça net bir şekilde kesişiyor.

Bunun dışında yine Gandhi filmini izleyenlerin ya da dönemi okumuş olanların bileceği,
Jallianvala Bagh katliamına kısaca değiniliyor ama olayların gelişim süreci sebep ve sonuç ilişkisine bağlanmadan kesiliyor. Filmin belki de en eksik tarafı politik olaylardan ve mücadelelerden bahsederken sebep-onuç ilişkisini, amaçları yeterince anlatamaması. Yani İngiliz emperyalizmi, sınıf mücadelesi gibi olgulardan neredeyse hiç bahsedilmiyor. Sadece bariz şekilde ortada bulunan yanlışlara müdahale etme çabasında bulunan gençler görüyoruz.

Son olarak filmde anlatılan politikleşme sürecinin "orduya katılın, polis olun, yönetimi ele geçirin işleri anca bu yolla düzeltebilirsiniz" görüşü ise benim için tam bir fiyaskoydu. Belki beklentilerim biraz fazla olduğu için bel ki de yöntemlerin aslında dünya solunun yetersiz yöntemlerinin birçoğuyla birebir uyuşması sebebiyle bu anafikri beğenmedim.

Sonuç olarak, kişisel olarak ne kadar militarist ve yetersiz bir mesaj verdiğini düşünsem de popüler tarihin dışında bir noktaya ve Hindistan'ın bugünkü haline değinmesiyle ve kurgusuyla izlenmesi gereken önemli bir film.. İyi seyirler dilerim.


9 Ocak 2009 Cuma

Taare Zameen Par



Hollywood'un çok sık kullandığı bir konu; hizaya gelmesi zor, normalin çok dışında öğrenci veya öğrencileri yine kendi anormallikleriyle aynı seviyede bir öğretmenin hizaya getirmesi... Bunu bir de Bollywood'dan izlemiş oldum. Yalnız konuyu ele alış biçimi açısından filmin uzunluğu (165 dk.) ya da bilindik bir konu olması baymıyor.

Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Hindistan sinemasının ünlü bir jönü olan Aamir Khan. Ancak filmin esas oğlanı, Ishaan rolündeki Darsheel Safary (ki kendisinin bu rolle en iyi erkek oyuncu ödülü var imiş). Filmin konusundan fazla bahsetmiycem ama yine de ufaktan konusuna ve özellikle de hissiyatına değinmekte fayda var. Dedik ya bilindik konu; küçük Ishaan okulla uyumsuzluk gösteren, özgürlüğüne düşkün şimdiki şehirli anne babaların "amann çocuğum hiperaktif" cinsinden veryansın edeceği bir velettir. Başına gelenler kendisini ailesinin gözünde yola gelmez çocuk durumuna düşürünce babası tarafından yatılı okula yollanır. İşte burda da devreye kendisini çocuklara adamış, nerde mazlum çocuk görse gözleri dolan süper öğretmen Ram (Aamir Khan) girer. Buradan itibaren öğretmen - çocuk ilişkisi işlenmeye başlanır.

Filmde "Mahmut Hoca" nasihatlerinin ailelere yedirilmesi az da olsa göze çarpsa da rahatsız edici bir hale gelmiyor. Bunun dışında Ishaan'ın hayalgücünün, korkularının, depresyonlarının tam da bir çocuk gözüyle aktarılması açısından animasyonlar kullanılmış bu da filme büyük akıcılık katmış. Hatta görsel açıdan filmi çok üst noktalara taşımış diyebiliriz.

E Hindistan yapımı film izlersin de şarkılar, danslar görmez misin? Film kısmen müzikal tabi ama içiniz rahat olsun kıllı bıyıklı amcaların morlu sarılı gömlekleri ve dar kot pantolonlarıyla kıç salladığı bir film değil. Hatta müzikler oldukça leziz, şarkıların girdiği sahneleri müzikal sevmeyen biri olan ben bile sıkılmadan izledim.

Öğretmenlik mesleğinin sisteme sunduğu hizmetin ve militarizasyonun ilk ayağı olmasının yanı sıra öğretmenin birey olarak birşeyleri değiştirmedeki rolünü de anlatan film sonuç olarak herşeyiyle mükemmel olmuş bir film. 2007 yapımı ancak 2009'da izlediğim en iyi film şimdilik.

Kaçırmayın derim.
http://www.imdb.com/title/tt0986264/