25 Kasım 2009 Çarşamba

Overkill - Ironbound (2010)

We don't care what you say?

Bir grup ki, şu yazıyı yazan ibişin thrash metal dünyasının en iyi 5 albümü sıralamasına elini kolunu sallaya sallaya girecek bir albüme (Horrorscope) imza atmış olsun. Bir grup ki 94'ten bu yana iyi bir albüm çıkarmamış olmasına rağmen "Overkill'i üzeni biz de üzeriz ulan !" dediğimiz...

2009'u büyük thrash gruplarının çok tartışılan albümleriyle kapatmaya hazırlanırken adeta bir son dakika golü hissiyatıyla Overkill'in 2010'da çıkaracağı albümü dinleme şansı bulduk çoğumuz. Malumunuz thrasçiler köyü sakinleri olarak kafamız çok karıştı bu sene... Megadeth'le heyecanlandık, ancak takip eden günlerde albümü dinledikçe sıkıldık; Slayer'la farklı duygu patlamaları yaşadık ama bir türlü istediğimizi tam olarak elde edemedik. Velhasıl 2009'un en iyi thrash albümü benim nazarımda açık ara farkla Hordes of Chaos oldu.

Old school bir Overkill fanı olaran bana göre, grup son "iyi thrash" albümün 1994 yılında W.F.O ile çıkarmış bundan sonra da yavaş yavaş niteliği düşük, bol groove soslu Amerikan metaline kaymaya başlamıştır. Hatta Immortalis albümünde yer alan Skull and Bones'da Lamb Of God vokali Randall Blythe isimli cücüğü konuk ederek "olmasaymış dedirtenler" adlı tarih sayfasında yerlerini almışlardır.

İlerleyen yaşlarına rağmen, iyi ya da kötü, sert müzik yapan abilerimiz sonunda özlettikleri bir albümle geri döndüler. Albümün en dikkat çeken yanı thrash metal olması (?) ve fanları grup tarihinin sevilen 94 öncesi albümlerine döndürürken o albümlerden arak yapmış duygusu uyandırmaması. Tüm bu hissiyatla birlikte albümün bende uyandırdığı diğer bir his de ; 3 büyükleri art arda yenerek şampiyon olan Trabzonspor'un yaşattığı hissiyatla birebir örtüşüyor. Slayer, Megadeth ve hatta Exodus gibi grupların son albümlerinde beklediğini bulamamış bir dinleyiciyi ters köşeye yatıran, ağzını burnunu yamultan bir albüm bu...


Albümü dinlemeye başladığımızda ilk göze çarpan hadise şarkı sürelerinin uzunluğu oluyor. Fakat daha açılış şarkısı The Green And Black'ten anlıyoruz ki şarkılar ne kadar uzun olursa olsun sıkılmayacağız. Keza bu ilk şarkı 8 küsür dakika sürmesine rağmen sürekli değişen riffleriyle mükemmel vokal ve sololarıyla her saniyesinde "hele hele" dedirtiyor. Bu noktada büyük rol sanıyorum Bobby “Blitz” Ellsworth'e ait. Her şarkıda kesinlikle mükemmel vokaller yazmış. Her şarkının nakaratı akılda kalıcı ve mutlaka şarkıyı karakterize eden bir vokal bölümü bulunuyor. 2. şarkı Ironbound'un bir bölümünde de Necroshine'ın en groove kısmındaki vokal melodisini aynen tekrarlamış olması da inceden gülümsetiyor. Kendisini Get Thrashed dvd'sinde ki yaşlı gülüşüyle (...hhhhhhhssshhhs...) hatırlıyor ve halen şu vokalleri yapabiliyor olmasına şaşırıyorum. Ayrıca şu sıralar içinde bulunduğumuz brutaller cenneti içinde de bu kadar nitelikli bir thrash vokalini dinlemek büyük bir zevk.

Yaşlı gülüşü için :


Yine albümle ilgili dikkat çeken önemli bir özellik; gitarlar. Kesinlikle old school, speed ve yaratıcı rifflere imza atılmış. Bununla birlikte grubun groove metal dönemlerinde rastlayamayacağınız mükemmel sololar yer alıyor. Hatta soloların süreleri oldukça uzun. Tıpkı vokallerde olduğu gibi gitarlarda da şarkıyı karakterize edebilecek catchy fakat groovelikten baymayan riffler kullanılmış. Ironbound şarkısı bunun en büyük örneği. Özellikle şarkının sololarında çift gitarla çalınan bölümler şarkıyı oldukça melodik kılmış. Bu durumlar içinse Dave Linsk'in elini öpmemiz gerekiyor.

Aşağı yukarı her Overkill albümünde olduğu gibi D.D. babanın bassları kafamıza çekiç gibi iniyor her şarkıda. Yer yer bass soloları ve bass introlarına yer verilmiş olması da herzaman ki Overkill kıyakları arasında yerini alıyor yine.

Sanırım albümle ilgili tek olumsuz yan davul tonları. Albümün genel soundının modernize edilmiş olması çok fazla can sıkmasa da davulların yer yer japon çekirdeği çıtlaması şeklinde ses çıkarması ve çok mekanize bir tona sahip olması (ah trigger) rahatsız edici olabiliyor. Ancak bunu şimdilerde birçok grupta duyduğumuz için istemeden de olsa alışmaya başlıyoruz sanırım.

Albüm 2000'lerin Overkill'inden çok şey taşıyor olsa da dinleyiciyi eskiye götürmeyi başarıyor. İçerisinde boş şarkı olmasa da şu sıralar fazladan dikkatimi cezbeden şarkılar; tam ortasında değişiveren The Green And Black, herşeyiyle mükemmel olan Ironbound, hafif groove başlayan fakat mükemmel nakaratıyla yüzünü safkan thrashe çeviren Give a Little ve akrostiş metalin en güzel örneklerinden Evil Never Dies'a göz kırpan introsuyla tam bir thrash şaheseri Killing For A Living. Ancak dediğim gibi albümde herhangi bir şarkıda sıkılmanız pek mümkün gözükmüyor.



Ironbound şimdiden 2010'un en iyileri arasına girdi bile. Önümüz bayram; Metallica, Megadeth, Slayer ve Exodus elemanlarının toplanıp yavaştan Blitz ve arkadaşlarının elini öpmeye gitmesini bekliyoruz.

8.5/10

28 Ağustos 2009 Cuma

Evile Şaşırtmadı


Bir önceki albümleri Enter The Grave ile umut vaadeden ancak çok da birşey veremeyen İngiliz thrash grubu 2009 çıkışlı Infected Nations ile de hiçbir gelişme kaydedemedi nazarımda.

Grubun oldukça beğenilmesi ve övülmesinden kaynaklı olarak üzerlerine yapışan "thrash metali yaşatacak bu gençler" etiketi fazla gazlamamış olacak ki yine; orta tempo, sıkıcı ve herhangi bir thrash grubunda duyabileceğiniz rifflerin tamamını içinde barındıran "yenilikçi" bir albüm koymuşlar ortaya.

Güzel, billur sesli vokalist, iyi enstrumanistler ve fakat "sıfır" kompozisyon yazma yeteneği... Abicim aklınıza ilk gelen riffi şarkı mı yapıyorsunuz? şeklinde soruların dimağımda uyanmasına sebebiyet verdi.

İlk albümü; "hmm bu riff şurdan, şu kısım da şu gruba benziyor" demekten dinleyememiştim resmen. Bu sefer de aynı ayarda bir çalışma çıkınca ortaya sinire kestim.

Grubu ister istemez çağdaşı ve türdaşı Warbringer ile kıyaslıyorum. Warbringer'ın ilk albümü Evile'in ilk albümünün yanına dahi yaklaşamayacak seviyede berbattı. Yalnız Warbringer %100'lük bir sıçramayla Waking Into Nightmares gibi bir albüm yaptı ve resmen "OHA!!" diye böğürttü beni(Bunda biraz Gary Holt'un da payı var sanırım). Tabii ki WB.'nin de gelişmeye ve ilerlemeye ihtiyacı var ama daha ikinci albümde az kalsın bir klasik çıkarıyorlardı ortaya...

Evile ise niye gıcığım bilemiyorum ama ilk albümden beri öyle bi durum var bende. Zenciden kaynaklanıyor olabilir bak... jamal...

12 Ocak 2009 Pazartesi

Rang De Basanti(2006)


Hindistan sinemasının önemli isimlerinden ve Hindistan gençliğinin starlarından biri olan Aamir Khan'ın başrolde olduğu, Rakesh Omprakash Mehra'nın yönettiği devrim temennisi niteliğinde bir film.

Kurgusal açıdan oldukça üst düzeyde olan film genç bir ingiliz yayıncının Hindistan'ın ünlü beş devrimcisinin belgeselini çekme isteğiyle Hindistan'a gitmesiyle başlar. En apolitiğinden 5 gençle tanışır, arkadaş olur ve belgeseli çekmeye başlarlar.

Burdan Sonra Spoiler İçerebilir

Film kurgusal açıdan, karakterlerin problemlerini tek tek ele almasıyla ve özellikle çif zamanlı olmasıyla oldukça sürükleyici ve yoğun bir hal alıyor. Oyunculuğun ve müziklerin de oldukça iyi olması 2 saat 50 dakikalık filmi rahatlıkla, hiç sıkılmadan izlememizi sağlıyor. Yalnız Hint klasiği dans sahneleri olmasaydı film yarım saat kadar kısalırdı.

Filmin en beğendiğim özelliği Hindistan'ın ilk komünistlerini tanıtması. Genç yayıncı Sue (Alice Patten) bu 5 devrimcinin belgeselini çekmek için şirketinden bütçe talebinde bulunduğunda; "Gandhi'yi çekersen para veririz, Gandhi her zaman tutar, hatta Che bile olur" gibi yanıtlar alıyor ki burada sol geleneklerin veya karşı duruşların popüler bir tavırla nasıl işlendiğine yönelik bir eleştiri olması memnun edici.

Ayrıca filmde Hindistan gençliğinin nasıl depolitize olduğuna, nasıl politize olabileceğine ve müslüman - hindu; Hindistan - Pakistan sorunlarına da değiniliyor. Bazı sorulara da "kendi çapında" denebilecek şekilde cevaplar veriliyor. Kendi çapında diyorum çünkü filmin başında Lenin'in isminin referans verilmesine karşın, bir devrimin hangi yollarla yapılabileceğine ya da gerekliliğinin hangi düzeyde olduğuna dair verilen cevaplar beni hiç tatmin etmedi açıkçası.

Film de anlatılan beş devrimci gencin Gandhi döneminde mücadele vermesi, o dönemde sadece "pasif direniş" olgusunun yer almadığını aksine gayet militarist ve şiddetli bir şekilde mücadele veren insanların olduğunu görmemiz filmin bir diğer artısı. Ancak bu dönemi izlerken olayları Türkiye ile karşılaştırmadan edemiyorsunuz. Keza gayet "vatansever", "ulusalcı" bir solun varlığı (elbetteki İngiltere'nin emperyalizmine karşı verdikleri mücadele bunun başlıca sebebi) ve mücadele yöntemleri bizde yaşanılanlarla oldukça net bir şekilde kesişiyor.

Bunun dışında yine Gandhi filmini izleyenlerin ya da dönemi okumuş olanların bileceği,
Jallianvala Bagh katliamına kısaca değiniliyor ama olayların gelişim süreci sebep ve sonuç ilişkisine bağlanmadan kesiliyor. Filmin belki de en eksik tarafı politik olaylardan ve mücadelelerden bahsederken sebep-onuç ilişkisini, amaçları yeterince anlatamaması. Yani İngiliz emperyalizmi, sınıf mücadelesi gibi olgulardan neredeyse hiç bahsedilmiyor. Sadece bariz şekilde ortada bulunan yanlışlara müdahale etme çabasında bulunan gençler görüyoruz.

Son olarak filmde anlatılan politikleşme sürecinin "orduya katılın, polis olun, yönetimi ele geçirin işleri anca bu yolla düzeltebilirsiniz" görüşü ise benim için tam bir fiyaskoydu. Belki beklentilerim biraz fazla olduğu için bel ki de yöntemlerin aslında dünya solunun yetersiz yöntemlerinin birçoğuyla birebir uyuşması sebebiyle bu anafikri beğenmedim.

Sonuç olarak, kişisel olarak ne kadar militarist ve yetersiz bir mesaj verdiğini düşünsem de popüler tarihin dışında bir noktaya ve Hindistan'ın bugünkü haline değinmesiyle ve kurgusuyla izlenmesi gereken önemli bir film.. İyi seyirler dilerim.


9 Ocak 2009 Cuma

Taare Zameen Par



Hollywood'un çok sık kullandığı bir konu; hizaya gelmesi zor, normalin çok dışında öğrenci veya öğrencileri yine kendi anormallikleriyle aynı seviyede bir öğretmenin hizaya getirmesi... Bunu bir de Bollywood'dan izlemiş oldum. Yalnız konuyu ele alış biçimi açısından filmin uzunluğu (165 dk.) ya da bilindik bir konu olması baymıyor.

Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Hindistan sinemasının ünlü bir jönü olan Aamir Khan. Ancak filmin esas oğlanı, Ishaan rolündeki Darsheel Safary (ki kendisinin bu rolle en iyi erkek oyuncu ödülü var imiş). Filmin konusundan fazla bahsetmiycem ama yine de ufaktan konusuna ve özellikle de hissiyatına değinmekte fayda var. Dedik ya bilindik konu; küçük Ishaan okulla uyumsuzluk gösteren, özgürlüğüne düşkün şimdiki şehirli anne babaların "amann çocuğum hiperaktif" cinsinden veryansın edeceği bir velettir. Başına gelenler kendisini ailesinin gözünde yola gelmez çocuk durumuna düşürünce babası tarafından yatılı okula yollanır. İşte burda da devreye kendisini çocuklara adamış, nerde mazlum çocuk görse gözleri dolan süper öğretmen Ram (Aamir Khan) girer. Buradan itibaren öğretmen - çocuk ilişkisi işlenmeye başlanır.

Filmde "Mahmut Hoca" nasihatlerinin ailelere yedirilmesi az da olsa göze çarpsa da rahatsız edici bir hale gelmiyor. Bunun dışında Ishaan'ın hayalgücünün, korkularının, depresyonlarının tam da bir çocuk gözüyle aktarılması açısından animasyonlar kullanılmış bu da filme büyük akıcılık katmış. Hatta görsel açıdan filmi çok üst noktalara taşımış diyebiliriz.

E Hindistan yapımı film izlersin de şarkılar, danslar görmez misin? Film kısmen müzikal tabi ama içiniz rahat olsun kıllı bıyıklı amcaların morlu sarılı gömlekleri ve dar kot pantolonlarıyla kıç salladığı bir film değil. Hatta müzikler oldukça leziz, şarkıların girdiği sahneleri müzikal sevmeyen biri olan ben bile sıkılmadan izledim.

Öğretmenlik mesleğinin sisteme sunduğu hizmetin ve militarizasyonun ilk ayağı olmasının yanı sıra öğretmenin birey olarak birşeyleri değiştirmedeki rolünü de anlatan film sonuç olarak herşeyiyle mükemmel olmuş bir film. 2007 yapımı ancak 2009'da izlediğim en iyi film şimdilik.

Kaçırmayın derim.
http://www.imdb.com/title/tt0986264/




30 Kasım 2008 Pazar

Låt Den Rätte Komma In*

* Let The Right One In

100 yılı aşkın bir sürede edebiyat dünyasından sinema dünyasına geçmiş bir klişeyi nasıl yeniden yorumlarsınız?

İşte bu sorunun cevabını aldım dün gece... Geçen Aralık dünyanın muhtelif yerlerinde gösterime giren İsveç yapımı bu film, özellikle Holywood'un ekmeğine yağ süren büyük bir "korku" klişesini yıkıyor. Holywood bunun üzerine nasıl geçeck acaba? şeklinde düşüncelerin lüzumu yok zannımca. Keza kendileri ya filmi alır daha güzel efektlerle yeniden gösterime sokar ya da benzer bir konuyu farklı bir isimle piyasaya sürer. Bu film hakkında sanırım kendileri pek birşey yapamayacaklar, özel efektlerden gerçekçiliğe ve hatta oyunculuğa tam anlamıyla bir şaheserle karşı karşıya kalmış durumdalar çünkü.

Oskar'ın hayatı hergün okul arkadaşlarından işkence görmek ve odasında yalnızlığıyla cebelleşmek gibi rutin meselelerle geçmektedir. Bu sırada yan dairesine yeni taşınmış olan kendisinden birkaç yaş büyük (12 yaşındaki) Eli'yle tanışır. Ve aralarında duygusal bir yakınlaşma başlar.

Tam buraya kadar klasik bir dram /romantik filmin işleyişini özetleyebilmiş oluruz. Ancak film türdeşlerinden burada kopuyor. Çünkü küçük Eli bir vampirdir. Hem de Bram Stoker'ı depresyona sürükleyecek cinsten bir vampir...

Film, İsveç sinemasının soğuk, gerçekçi ve katı havasına eklediği korku öğelerini aynı gerçekçilikle yansıtıp tırım tırım tırsıtırken aynı zamanda insanın dudağına sıcak kanlı bir öpücük konduruveriyor dersem radikal gazetesi haftasonu eki yazarları gibi kolpa bir izlenim bırakmış olurum sanırım. Ama konu hakkında daha güzel bir ifade cümlesi gelmiyor aklıma.

Özellikle başroldeki çocuk oyuncuların (Kåre Hedebrant ve Lina Leandersson) mükemmel oyunuyla bağlılık, aşk gibi konuları anlatırken toplumsal cinsiyet gibi bir konuya da inceden değinen film; vampir klişelerini de oldukça güzel işleyerek Stoker'ın kemiklerini sızlatıyor alenen.

John Ajvide Lindqvist in aynı adlı romanından uyarlanan film şimdiye kadar izlediğim en farklı, en sürükleyici, en ağız burun uyuşturan filmler arasına girdi bile.. Hatta bazı kısımlarda Ondskan' ı hatırlattı. En az üç kere daha izlerim ben.. Siz bir kez de olsa bir göz atın bakalım..

10/10

http://www.imdb.com/title/tt1139797/
http://www.lettherightoneinmovie.com/

26 Kasım 2008 Çarşamba

Hordes Of Chaos !!!


Şimdi beni bilen bilir bilmeyenlere de açıklayayım; bu adamlar sıçsa bağrıma basarım arkadaşım. Keza zamanında yapmadığım şey değil. Endorama da dahil bütün albümlerini hatmedip birçok şarkısını da çalmaya çalıştığım bir gruptur KREATOR.

Yok hayır, grubun biyografisini yazmayı düşünmüyorum. Birçok sitede ve istediğiniz dilde bulabilirsiniz biyografiyi. Ama en azından bu adamlarla nasıl tanışığımı anlatayım. İzin verin buna. evet...

Çocukluk yıllarımda birkaç toplama kaydını dinlediğim "bu ne yeaa metalika rulız yöaa" dediğim grupla tam anlamıyla tanışmam çocukluk arkadaşımın elinde "Violent Revolution" albümüyle evime gelmesiyle başladı. O zamanlar akmar pasajından çekme kaset alırdık. Yıl 2001'di ve bu albüm yeni çıkmıştı okur.

"Güzel diyorlar" dedi. "Bakıciyz" dedim ve kasedi teybe takmamla omuriliğimden aşşağıya doğru inen büyük bir basınç hissetmem buir oldu. O zamanlar Slayer'dan Overkill'e birçok thrash albümünü dinlemiş ve "evet lan ben tireşçiyim " diye ortalarda gezer olmuştum. Lakin bu hayvanoğlu hayvan grubu nasıl dinlememiştim okur?!? Ağzıma sıçayımdı.. Hem muhalif, hem thrash insan daha ne isterdi ki lan? En azından o yaşlarda..

Neyse efendim, daha sonra klasik albüm toplama, resimlere bakıp salya akıtma, şarkılarını hatmetme, gitarda çalma çabaları gibi rutin bir süreç başladı ve ertesi yıl kendilerini şehrimde izleyerek hacı olmamla doruğa ulaştı.

Gelelim günümüze...

Ocak ayında çıkacak albümleri bazı hayvan eşşekleri tarafından internete sunuldu gizlice ve biz de bu eşşekliğe ortak olup abandık albüme dinledik.. Dinlemez olaydık. İlk dinlediğimde omuriliğimde hissettiğim basıncı yine hissettim tüm şiddetiyle..

2005 yılında çıkan albümleri "Enemy of God" gerçekten müthiş bir albümdü ancak beni bazı yönlerden rahatsız etmişti. Oldukça "modern" bir soundla kaydedilen albümde popüler melodik death metal rifflerine oldukça fazla rastlıyorduk. Ve bu Kreator'un benim alıştığım "pis tireşçi" imajını kötü şekilde etkiliyordu. Ama yazının başında da dediğim gibi sıçsalar bağrıma basarım arkadaş. Bu tam bir sıçış bile olmadığı için beğenip baş tacı ettik.

Ve şimdi Hordes of Chaos'u dinliyorum. Bir tane boş şarkının olmadığı, havaya uçan tekmeler savurarak dinlediğim kusursuz albüm sayısı azdır. Bir kere kayıt oldukça naturel, albümün üç farklı versiyonu olacakmış umarım bu kaydı bozmazlar. Stüdyoya girip grubumla çaldığım zaman aldığım hazzı kaydedip bana sunmuş adamlar. Her an "aha davulcu ritm kaçırdı" diye ayağa fırlıycakmış gibi hissediyorum. Şarkılardaki melodik death riffleri oldukça azaltılmış ve yine cayır cayır bir albüm olmuş.

Yalnız bana göre bu albümdeki farklılık; bazı şarkıların arasına yedirilen hardcore havasının oldukça fazla olması. Bazı kelimelerin ardarda kafaya vururcasına sıralanması ve bu sırada arkada giden rifflerin niteliği şarkıları hardcore havasına büründürmüş. Ancak bu durum hemen ardından giren "zıvızıvı" rifflerin şarkıyı kontrolü altına almasıyla değişiyor. Bu oldukça farklı ve sert bir hava katmış albüme. Bu durumu özellikle Hordes of chaos, Amok run ve Destroy what destroys you adlı şarkılarda görmek mümkün.

Tüm bunların dışında albümde Coma of souls, Cause for conflict, Violent revolution dönemlerini andıran rifflerin olması gülümsetti sebepsiz yere. Yalnız yine de Kreator death metal riffleriyle thrash metal icra eden bir grup olma yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Herşeye rağmen Kreator benim hayatımın grubudur. Yine cayırcayır, sapına kadar politik bir karşı duruş sergileyen ve dinlerken nice kafaların kopmasına yol açacak bir albümle Enemy of God'dan sonra çıtayı biraz daha yükseltmiş "yukarı Essen tireşçiler köyü sakinleri"...

1Hordes of Chaos (A Necrologue for the Elite)
2Warcurse
3Escalation
4Amok Run
5Destroy What Destroys You
6Radical Resistance
7Absolute Misanthropy
8To the Afterborn
9Corpses of Liberty
10Demon Prince

Everyone against everyone CHAOS!!!

21 Kasım 2008 Cuma

No Füçır..


" olm bak girerim bloguna tırt tırt bunalım yazıları falan varsa küfrü basarım ona göre!!" dedi... Haklıydı da. Bloglara genel bir bakış attığımda benim de gördüğüm buydu.. "tırt tırt bunalım yazıları"... Bol üç noktalar... Öznesi kaybolmuş yüklemi tümlecini kündeye getirmiş cümleler... İçsel bunalım, dışsal dönülüm..

Eah manyak mısınız lan!!..

Ne zaman bu kadar kafayı yedik? Ne zaman nihilizmden bile haberdar değilken hiçliğin içine bu kadar battık. Bak bana da kurmak istemediğim ters yüz cümleler kurduruyosunuz. Hasta Etmeyin adamı. Tamam mutlu değiliz. Hayat bombok. İşsiziz. Gelecek yok, apolitizeyiz, asimileyiz, dejenereyiz.. Bak bi dolu kelime saydım araştırın bunları gugılda. Ne olduğunuzu bloguna ayı gibi genelleyerek yazan bir alet çantası aparatından öğrenmeyin.

Demek istediğim o ki; "karanlığın dehlizlerinde kaybolan, ölüm meleğinin kanat çırpışlarını duyan, gölgelerin kokusunu parfüm gibi üzerinde taşıyan.." genç erkek ve kızlar olmaktan çok daha iyisini yapabiliriz bence. Ben mesela işe çay bardağının dibindeki tortu olarak başladım. Gayet iyi bence. Özgün... Yol+yemek+ssk..

Merak etme diyerek devam edeyim, tırt tırt bunalım yazııları yazacağımdan endişelenen arkadaşa... Ben yazsam yazsam ayı şiir akımına müdahil yazılar yazarım...

Çaybar Dağı.